Bu muhteşem görüntülerin oluşmasının
hikayesi Güneş’te başlıyor. Güneş dev bir kütle ve Güneş’i oluşturan madde bu
dev kütlenin yerçekimiyle bir arada duruyor. Güneş’in yüzeyi yaklaşık 5800
Kelvin yani yaklaşık 5500 Celsius sıcaklıkta. Sıcaklık dediğimizde aslında
maddeyi oluşturan parçacıkların ortalama hareket enerjilerinden
bahsediyoruz. Yani ortam ne kadar sıcak, ortamı oluşturan parçacıklar o
kadar hızlı hareket ediyor.
Her ne kadar Güneş’i
oluşturan parçacıklar yüksek sıcaklıklar nedeniyle hızla hareket ediyor olsalar
da, Güneş’in kütle çekimi bu parçacıkları yüzeyde tutmaya yetecek kadar güçlü.
Yalnız Güneş’in en dışında bir taç tabakası (korona) var ki burada durumlar
daha karmaşık. Güneş’in yüzeyinden dışarı doğru milyonlarca kilometre boyunca
uzanan taç tabakasındaki sıcaklıklar milyonlarca derece olabiliyor. Nasıl
oluyor da ısı kaynağı olan Güneş’ten uzaklaştıkça sıcaklık artıyor derseniz çok
güzel bir soru sormuş olursunuz. Bunun cevabı hala çok net değil. Fakat
sonuç olarak koronal sıcaklıklarda ortamdaki bazı yüksek hareket enerjisine
sahip parçacıklar Güneş’in kütle çekimini yenebiliyor ve aynı birer roket gibi
uzaya fırlıyorlar.
Uzayın dört bir yanına
fırlayan bu parçacıkların oluşturduğu “rüzgara” Güneş rüzgarı deniyor.
Güneş rüzgarını oluşturan parçacıkların çoğu proton ve elektronlar yani
sırasıyla + ve – yüklü parçacıklar.
Kuzey ışıklarını Türkiye’den neden izleyemiyoruz, neden mutlaka Finlandiya’ya, Alaska’ya gitmek zorundayız?
Güneş rüzgarıyla Dünya’ya ulaşan elektronlardan birisini ele alalım. Normal olarak Dünya’ya ulaştığında onun çekim alanına girip yüzeye erişmesi beklenirken bu elektrona farklı bir şey oluyor. Dünya’nın manyetik alanıyla karşılaşıyor.
Dünya’nın bir manyetik alanı var ve bu manyetik alan sanki bir kalkan gibi Güneş rüzgarının doğrudan bize ulaşmasını engelliyor. Çünkü yüklü parçacıklar hareket halindeyken manyetik alanla karşılaşırlarsa yön değiştirirler.
0 yorum:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.